Cahit Günay ile “Gönül köprüsü – “ULUSLAR ARASI ŞİİR MÜZİK FESTİVALİNDEN NOTLAR …”

 

Türkiyənin tanınmış şair,yazarı Cahit GÜNAY həftəlik yazıları ilə Müstəqil.Az- da…

 

   

ULUSLAR ARASI ŞİİR MÜZİK FESTİVALİNDEN NOTLAR 

                   23
..
Otelin lobisinden sonra ikinci defa geliyordu yanıma: “Birazdan Mehti çıkacak biliyor musun Cahit bey diye” konuşmaya başladı; çakır gözleri çakmak çakmak parlıyor, heyecandan elleri titriyordu.
Onun bu hali elimde ki çay bardağını bile dondurmaya yetiyordu. “Biliyorum” dedim. Antiqa Qonaq hanım anlattıkça,  duygudan duyguya geçiyordum. Dedesi Aydın Yörüklerin den Manisa ve İzmir’de yaşamış kendi tarifiyle garip asker Mehmet Hüseyinoglu’nun Azarbeyca’nın Şimal bölgesinin-Xaçmaz şehrine bağlı bir orman köyü olan Maqsuqkənd’de çiftçilik ve hayvancılıkla geçimini sağlayan Azerbaycan’lı kızı Ayşe hanımın altıncı ve son beşiği olarak dünyaya gelmişti. Küçük yaşlarda yaşadığı yokluk ve sefalet, hayata karşı daha dirençli  tutunmasını sağlamıştı. Derslerinde başarılı bir öğrenciyken,okul ve mahalli gazetede başlamıştı  gazetecilik serüveni.
 Önce gazetecilik ve televizyonculuk alanında, sonra ise hukuk alanında iki üniversite bitirmesi ile taçlandırmış oldu idealist torunu, Antiqa Qonaq.
İzmir Kemer’den 41 yaşında askere gitmek için çıkarak Birinci Dünya ve Sarıkamış Savaşları’ndan sonra,  Kafkaslarda kurulmuş olan İslam orduları komutanlığına bağlı kahraman bir Türk evladı olarak, savaş devam ederken; Ruslara esir düşüp, birinci Sibirya sürgününü yaşamış, sürgün dönüşü Türkiye sınırlarının kapalı olması nedeni ile Azerbaycan da iki defa evlenmek zorunda kalımış, yedi çocuk Azerbaycan’da, üç çocuk Türkiye’de on çocuk babası Mehmet bey’e 1949 yılında da Ruslar tarafından yargılanmadan tekrardan Pantürkizim (Türkçülük) akımının Rusya’da ki temsilcilerinden biri olduğu gerekçesi ile yetmişbeş yaşında iken, tren yolculuğu ile ikinci sürgününe sebep olmuştu.
Sibirya sürgünü; pislik, açlık, hastalık öyle ki üstlerinde ki bitlerin kanlarını emmelerine engel olamadan, beş yıl sürecek zorlu bir sürecin başlaması demekti.
 Bu yargılanmadan yapılmış olan sürgün, Azerbeycan’daki yakınlarının diplomatik girişimleri ile seksen yaşına geldiğinde özgürlüğün kapısını atlamasına neden olmuştu.
 Fakat bu olaydan kısa bir süre sonra Türkiye’nin kapıları kendisine çeşitli sebeblerle hep kapalı olması nedeni ile kırk yıldır göremediği ve sinesinde kor ateş olan çocuklarının özlemini Azerbeycan’daki ailesine miras bırakarak, Seksenbir yıllık çilekeş hayatına 1955 yılında nokta koyarak, Maqsudkənd köy mezarlığındaki ebedi istirhatine çekilmiş oldu…
Antiqa Qonaq hanım, dedesinin kendisine bıraktığı mirası hep diri tutarak devamlı Türkiye diplomasisini ve gazeteci kimliğini de kullanarak, birçok Türk gazetesi vasıtası ile ailesini aramaya koyuldu. Bu sürece gerek maddi zorlukları, gerekse Azerbaycan topraklarında başlayan savaş, onun önünde hep engel iken, tam gençlik yılları onun hayatını büsbütün değiştirecek kararlar alarak adımlar atmasına sebep oldu.
 Genç bir kadın olarak kendi kendine, “Topraklarımdan kan, barut kokarken, ben parfüm kokmamalıyım”  diyerek; savaş muhabirliği, gazeteciliği yapmaya başladı. Hatta öyle ki kendi kendine bir başka karar daha alıp: “Analar, barut kokan yavrularının cansız bedenlerini kucaklarına alırken, ben evlenip çocuk yaparsam, bu bana ar olsun” demiş olması, onun çok geç bir dönemde evlenmesine sebep olmuştur…
Üniversiteyi bitirince ye kadar birçok TV ve gazetelerde yazılar ve muhabirlik yapmış olsa da kendi kurup genel yayın yönetmenliğini yaptığı “Ana” gazetesi, hayatının başka bir dönemeci olmuştur.
 Onun için “ANA” hem anavatan Türkiye’yi hem de savaştaki çocukların fedakâr, vefakâr analarını temsil ediyordu.
Artık o, Türk çocuklarının savaştığı her yerde; olayları halkkına ulaştırıyor, zorda kalan askerlere de kardeş, ana, arkadaş oluyordu. Beraber yemek yiyor, su içiyordu. Hatta;”Hayatımda bölge bölge, ilçe ilçe, köy köy dolaştığım Karabağ’ın, savaştan önce tatil yerleri olan Zengilan ilçesinin, dünyada ikinci, Avrupa’da birinci olan tabii çınar ormanlığının olduğu yerdeki, İsmayıl çeşmesinden, savaşçılarımızla birlikte içtiğim su ve yediğim ekmeğin lezzetini o günden sonra hiç yaşamadım” diyor ve ekliyor: “Azerbeycan’ın en güzel mekanlarından biridir Dağlık Karabağ bölgesi. Maalesef ben bu güzellikleri görmek için değil, yürek yakan savaşlı günlerin şahidi olmak için gittiğim Karabağ’da yaşadıklarım, güzel olmayan anılarım olarak yüreğimi kanatmaya  devam ediyor.” diyordu.
O günleri anlatırken’;
Mermi seslerinin, mayın patlamalarının, o insanları korkutmadığını dile getiriyordu…
 “Dağ havasından yanakları kızarmış Qubatlı çocuklar; savaşı, oyun zannediyorlardı. Kim korkup saklanırsa, ona baskı yapıp, dışlıyorlardı.” diyerek  anlatıyordu.
“Savaş çocukları dedikleri bu olsa gerek” diye geçiriyordum içimden.
“İşte yaşadıgım bu süreç, bana yıllar sonra kulağında ses kaybı ve denge bozukluğu sorunları sebebi ile erken yaşta malulen emekli olmamı  beraberinde getirdi: diye hayıflanıyordu.
 Kendi kendine: “Siz hanım efendiyi dinlerken hangi savaşın, hangi kahramanı olmak istediğinize karar verir miydiniz?” diye soruyordu.
Çıkardığı;
“Ölmezlik”, “Vatan, Senden Geçmek Olmaz!”, “Tarihi yaratan şahsiyetler” adlı kitaplar olarak ölümsüzleştirirken bu sıralar;
“Bitmeyen savaş”  “Vatan-2” kitapları ile birlikte dedesinin hayatını konu alan “O Bir Garib Savaşçı” kitabını da bitirmek üzereydi…
“Cahit” bey diyor;
“Kubatlı, Zengilan,  Ter – Ter, Ağdam, Cebyayıl, Füzuli, Laçın, Şuşa, karış- karış gezdiğim bu canım Vatan topraklarım, şimdi Ermeni işğalinde. Her gözümü kapattığımda o dağlar, dünyaca ünlü Zengilan’ın Palıt ormanı, Laçın’ın kartal uçmaz kayalıkları geliyor gözümün önüne ve haykırıyorum kulaklarımı sağır edercesine ‘Ne yaptınız, ne yapıyorsunuz kutsal emanete’ der gibi, çoğu zaman düşlerime giriyor yaşadıklarım….”
26 şubat 1992 Hocalı katliamı hepimizi çok etkilemiş, Kanlarımız damarlarımızda donmuştu.
 Anlam veremiyor, inananamıyorduk:
“İnsan insana bunu nasıl yapar?” Demek ki, bunu yapanlar insan değilmiş. Sovyet askerleri ile, ermeni caniler, masum halka dünyada eşi benzeri görülmemiş bir  katliam yapmışlar ve o gece katliamda rehine olarak aldıklarınıda,
Petrol karşılığında serbest bırakmışlardı.
“Bazı zamanlarda bu rehine pazarlıklarına şahitlik ettim nasıl bir can açısıdır bir bilsen Cahıt bey” diyor ve devam ediyordu:
“Yine bir rehine değişimiydi; gazeteci, gözlemci olarak gittiğim gün, ısrarla görevlileri ikna ederek müsadelerini almış olmama rağmen, çokta yakın olmayan bir bölgede değişimi takip  ediyordum.
Uzaktan insanların hareket ettiğini, askerlerimize nasıl sarıldıklarını görüyor, özel statülü subaylar; Yusuf Ağayev, Fahreddin Haşimov, yerli halktan olan savaşçılardan Samed ve diğer görevliler üstlenmişlerdi bu rehine değişiminin prosedürünü.
Bir oğul omuzuna almış halde taşıyordu babasını, İhtiyar dedeye Ermeni canileri işkence yapmışlardı, yürüyemiyordu.
 Çok gücüme gidiyordu, bir babanın bu halde olması. Ama daha ağır bir sahne benim yüreğimi yaktı. Baba, Samed beye yaklaştı, az kalsın elinden öpmek istercesine teşekkür edip, Eğilip toprağı öptü, askerleri koklayarak; “kokunuza kurban olayım” dediğinde, kendimi tutamamıştım.
 Samed komutan,
‘korkma baba, tüm rehineleri kurtaracağız.’ diyordu.
 Sonra ise ihtiyar dede, Samed’e ; “çocuğum, Allah razı ola, beni ve oğlumu kurtardınız ama bir oğlum da kalmış Ermenilerin esaretinden. Onu da kurtaracak mısınız?
Evet tabi baba bütün çocuklarımızı kurtaracağız’
 diye teselli ediyordu babayı.
 Bu arada, Ermenilerin savaşçı değil; cani, eşkiya olduğu bir kez daha kendini gösteriyordu, çünkü onlar çocuklarımızı bizlere petrol karşılığında teslim ediyorlardı.
 Yani insanın değeri onlar için birkaç varil petrol idi.”
“Yine bir başka  hatırasını da; 28 Haziran 1992 yılında geniş kapsamlı bir operasyon yapılmıştı. Bu operasyonda farklı cephelerde birlikte olduğum çok arkadaşım vardı.
Çok heyecanlıydım.
Gözüme uyku girmiyordu.
Arkadaşlarım arıyor, hastanelerde olan silah arkadaşları ile ilgili bilgi veriyorlar, onlarla alakalı da benden haber alıyorlardı.
 İmkanım olduğu kadar, her yaralı askerimize yetişmeye çalışıyordum. Onlardan biri de, Sahib’di.
Sahib; İmişli ilçesinden iki bacılı bir ailenin tek erkek kardeşleri idi.
  Ben onu hastanede ararken,
Odadan biri bana ‘Entiqe hanım, Entiqe hanım buradayım” diye gülen bir yüzle sesleniyordu. Sahib’di bu,
 Beni görünce kalkmak istedi, ama kalkmaya gücü yetmiyordu, belli ki benden yardım istiyordu. O kadar güçlü kuvvetli birisi idi ki kaldırmayı bende beceremedim. Öylesine üzülmüştüm ki, tekrar gülerek uzandı yatağına, sonra cephede onunla yaptığım röportajdan bir sahne geldi gözümün önüne; Annesi Sahib’in yanına savaş bölgesine gelerek ısrar etmiş, ‘oğlum lütfen geri dön, Tek oğlumsun, sensiz ben ne yaparım?’
 sözüne karşılık, annesini kolundan tutup, kilitli kapıları göstererek ‘anne bu kilitler açıldığında ben de eve döneceğim demişti.’
İşte ben şimdi o Sahib’in yatağının yanında idim, annesi ve kardeşleri Sahib’in nerede olduğunu  bilmiyorlardı bile. konustuk, konuştuk, konuştuk, ben fazla yormak istemiyordum, doktorlara sordum, yarın amaliyata alacağız dediler, bende birşeyler isteyip istemediğini sorarak, sabah tekrar gelmek için sözleşerek ayrıldım oradan.
Sabah her yerde Sahib’i arıyordum. sanki yer yarılmış içine girmişti, kimse bir şey bilmiyor, kimse bir cevap vermiyordu. Nihayet dünkü konuştuğum doktorla karşılaştım, ”Sahib dedim, doktor, Sahib’ “neyin olurdu’ dedi, kardeşi misiniz yok, akrabası yok, eşi yok nesisininiz” dedi…
Evet o yer yarılmış, O yerin altına girmişti, anlamıştım bağırdım, hayıflandım neden dün amaliyat yapmadınız diye sordum?
Doktor gözüme baktı, çok kötüydü dün kaldıramazdı.
Bugün kaldırdı mı? dedim.
 Doktor, bugün kaldırdı mı?
Etrafımda ki herkes benim halime bakıp ağlıyordu, evet kaybettik malesef.
Sahib şehid oldu, kilitleri açık göremeden, terk etti bu dünyasını! Sonradan annesi ziyaretime geldi. Beni bağrına basıyor,  ‘Sahib’imin kokusunu senden alıyorum,’ diyordu… ‘Sahib’imin kokusunu sende alıyorum, anladın mı? Cahit bey, sana kimse bağırdı mı? sarıldı mı öyle” diyor ağlıyordu..
“Sarıldı dedim, Antiqa Qonaq hanım, sarıldı bilirim o ana kokularını..”
“İşte şimdi böylesine yaşadığım yüzlerce hatıralarla; gözümü kapatsam gözümün önünden geçen, uyusam düşüme giren hatıralarımla yaşıyor, yaşadıklarımı kitaplaştırıyor, şehit ve gazi arkadaşların ailelerine elimden geldiği kadar yardımda bulunuyor, vatansever guruplar ile toplantılar düzenliyorum. İşte bu toplantılardan birinde asker elbiseli
Mehdi Hasanov isminde, on yaşlarında bir erkek çocuk görmüştüm,  o çocuk bu Cahit bey'” diyor, ılgıt ılgıt yaşları süzüldükçe   süzülüyordu gözünde..
Cahit GÜNAY (Gönül elçisi)
Müstəqil.Az
Share: